Saatlerdir, günlerdir, haftalardır, aylardır hatta belki de yıllardır koşuyordu. O koştukça kaygı da peşinden geliyordu. Bazen 10 adım arkasındaydı, bazen 20 adım. Bazen tam geride kalıyor gibi oluyordu, bazense nefesini sırtında hissedip daha da hızlı koşuyordu. Kestirme yollar buluyor, tam atlattım sanırken köşeyi dönünce yine arkasından gelen ayak seslerini duyuyordu.
İlk karşılaştıkları zamanı hatırlıyordu. Kaygı; büyük ve korkutucuydu. Daha önce gördüğü hiçbir şeye benzemiyordu. Dehşete düşmüştü. O anda yapabileceği tek şeyin ondan kaçmak olduğunu düşünmüştü. Kendisini bu koca devden korumalıydı. O günden beri ondan kaçıyordu. O ilk karşılaşmadan sonra hiç dönüp bakmamıştı arkasına.
Bildiği tek bir şey vardı; o kaçtıkça kaygı da peşinden geliyordu.
Bir gün artık koşacak mecali kalmadığında, kalbi her zamankinden daha hızlı çarpmaya başlayıp da nefesi kesilecek gibi olduğunda, olduğu yere yığılmıştı. Uzun zaman sonra ilk kez arkasını dönüp uzaktan kendisine doğru koşan kaygıya bakmıştı. Uzaktaydı. Hala bütün heybeti ve korkutuculuğuyla arkasından geliyordu. Bunca zamandır nasıl yılmamıştı, hayret ediyordu. Artık yakalanacağının farkındaydı, o anda tekrar kalkıp koşabilmesinin imkansız olduğunu biliyordu. Vazgeçmişti. Şimdi olduğu yerde kaygının kendisine doğru koşuşunu izliyordu. Uzun zamandır kaçtığı şeye ilk kez bu kadar dikkatli bakıyordu.
Sonra beklenmedik bir şey oldu. Kendisine yaklaştıkça daha da büyümesi gereken kaygı, ona koştukça küçülüyordu sanki. Hayretle baktı. O heybetli, korkunç şey yakınlaştıkça daha da küçülüyor, boyu onun seviyesine doğru kısalıyordu. Bütün bunlar saniyeler içinde olmuştu. Ve sonunda kaygı nefes nefese ona ulaşmıştı.
Karşısındaydı işte. Onca zaman kaçtığı, türlü oyunlarla atlatmaya, izini kaybettirmeye çalıştığı o korkunç dev kendisiyle aynı boydaydı. Göz gözeydiler.
Saatlerdir, günlerdir, aylardır, haftalardır peşinden koşuyorum. Sana yetişmek için onca uğraştım, tüm oyunlarını atlattım. Sonunda sana yetiştim.
“Bunca zamandır uğraşıyorum dönüp bir kez daha bak diye. Sana anlatmak istediklerim var. Sen koşmaktan yorulup da düşmeden önce yakalamak için çok uğraştım ama ilk karşılaşmamızdan sonra bir daha hiç dönüp arkana bakmadın. Bir türlü sesimi duyuramadım, kendimi gösteremedim sana. Sen bugün düşene kadar da asla yakalayamayacağımı sanıyordum”.
Artık benden kaçmak yerine anlatacaklarımı dinlemeye ne dersin?
Kaygı çok iyi koşan bir atlettir. Biz ondan kaçarken o hep çok büyük, korkunç ve heybetlidir. Ondan kaçmayı bırakıp ona bakmaya cesaret ettiğimizde ise zamanla küçülür, bize yanaşır çünkü bize anlatmak, göstermek istediği şeyler vardır.
Kaçtığımız ya da yok saymak istediğimiz şeyler aslında bize aittir. Bizim ürettiğimiz, bizim deneyimlediğimiz, bizden çıkan şeylerdir. Kaygılarımız, korkularımız, kaçındıklarımız… Yaşadıklarımız, olaylar karşısındaki tepkilerimiz, duygularımız nasıl bize özgüyse kaygılarımız da bize özgüdür. Belki anlamlandıramadığımız, görmek istemediğimiz, ne olduğunu hayatımızın o noktasında kestiremediğimiz ya da bakmaya hazır olmadığımız şeyler ama başkasından ödünç aldığımız şeyler değiller. Kimimiz için arkamızdan koşan çevik bir atlet, kimimiz için tepemizde dikilen bir hayalet… Aslında biz ona/onlara hangi şekli verirsek o.
Biz günlük yaşantımıza devam ederken zihnimizin köşesinde bir yerlerde hep orada dururlar. İçten içe bilir, hissederiz varlıklarını. Biliriz, biz bakmazken yok olmadıklarını. Biz ne zaman hazır olur ve onlara bakmak, onları anlamak istersek oradadırlar. Bazen hemen yüzeyde, bazen çok çok derinlerde… Ne olursa olsun sürecin nasıl işleyeceği bize kalmıştır. Nefessiz kalıp yere yığılana kadar koşup kaçmak da olur, “yahu nedir derdin?” deyip bir düşünüp sorsak da. Sorup anlamaya çalışmak kolay değildir. Emek ve cesaret ister, bazen yardım almayı gerektirir. Ama düşününce, ne olduğunu dahi kestiremediğimiz bir şeyden nefessiz kalana kadar kaçmaya çalışmak da kolay değildir ki zaten.
*Yazıdaki güzel illüstrasyonları bizim için çizen sevgili Peach House Works‘e çok teşekkür ederiz!