Ortaokuldayken bir öğretmenim “Evrende hiçbir şey yok olmaz, sadece form değiştirir” demişti.
Beden Asla Yalan Söylemez tam da buna dikkat çekiyor.
Çocukken yaşadığımız, üzerine düşünmek istemediğimiz için yok saydığımız, derinlere gömdüğümüz olumsuz yaşantıların yok olmadığını, bedenimizde bir yerlerde hep varlığını sürdürdüğünü, dile gelmek için beklediğini söylüyor. Bedenimiz, ruhumuz ve yaşantılarımız arasındaki bağın zannettiğimizden daha güçlü olduğuna vurgu yapıyor.
Bedenlerimiz bilir, tam olarak neye ihtiyaç duyduğumuzu, neyin inkar edildiğini, neyin bizimle ters düştüğünü, neye alerjimiz olduğunu.
Alice Miller, toplumsal normlar ve dini söylemler nedeniyle kendi gerçek yaşantımıza sırtımızı döndüğümüzden bahsederken Tevrat ve İncil’de geçen 10 Emir’den 4.süne çokça vurgu yapıyor.
Anana ve babana saygı gösterecek, hürmet edeceksin.
Bu söylemin, ebeveynleri tarafından istismar edilen, fiziksel/duygusal şiddete maruz kalan, aşırı baskı ve otoriteyle ya da tam tersi boğucu bir bağlılıkla sevilen çocukları ölümcül bir sessizliğe mahkum ettiğini söylüyor. Evet ölümcül. Çünkü bahsettiği olayları yaşayan çocuklar kendi bedenlerinde, ruhlarında hissettikleri acıyı, sevgisizliği, güvensizliği bastırdıklarında bedensel semptomlar deneyimliyor ya da hayatları boyunca süren bir sürü hastalıkla boğuşuyor. Dilleri susuyor belki ama bedenleri yıllarca derdini anlatmaya çalışıyor.
Alice Miller, Kafka, Marcel Proust, Nietzsche, Virginia Woolf ve daha birçok yazarın aileleriyle olan ilişkileriyle, yıllarca boğuştukları hastalıklar ve erken yaşta ölümleri arasındaki bağlantıları gözler önüne seriyor. Bedenlerinde yıllarca hapsettikleri sözleri eserlerinde nasıl konuşturduklarını, yazarların mektupları ve eserleriyle kendi hayatları arasında bağlantılar kurarak anlatıyor.
“Hepsi hayatları boyunca anne babalarına –kendilerine tahmin edilemeyecek kadar çok zarar vermiş olsalar da- hürmet etmişlerdir. Ebeveynlerine saygı gösterme uğruna hakikate ulaşma, kendilerine sadık olma, samimi iletişim, anlayış ve takdir görme arzularını feda etmişlerdir ve bütün bunları sevgi görme ve reddedilmeme umuduyla yapmışlardır.”
Üç ana bölümden oluşan kitabın ilk kısmı, bahsi geçen yazarların ebeveynleriyle yaşadıklarını söylemek ve gizlemek arasındaki ikileme odaklanıyor. Bu bölüm şaşırtıcı birçok detay ve yazarların mektuplarından alıntılar içeriyor. Bölümün girişinde yer verilen, Marcel Proust’un annesini mutlu etmek ve astım ataklarından kurtulmak arasında yaptığı çarpıcı seçim, Alice Miller’ın anlatmak istediği şeyi açıkça gözler önüne seriyor. İkinci bölüm terapideki geleneksel ahlak ve terapistlerin yaklaşımının buradaki yerine odaklanırken üçüncü ve son bölümde de bu bilgiler ışığında anoreksiyaya farklı bir bakış açısı sunuyor Alice Miller.
Ebeveynlerimiz bizi dünyaya getiren, doğumumuzdan itibaren bakımımızı üstlenen, bize bağ kurmayı, bir şeyleri yapmayı öğreten kişilerdir. Bütün bunlar nedeniyle onlara karşı olumsuz hisler beslemek toplumda neredeyse yasaklanmıştır. Bu nedenle söylemek şöyle dursun, hissetmek, hissettiğini kabul etmek bile çok zordur. Alice Miller bir insanın ebeveynlerine karşı bastırdığı öfkesini, gücenmişliğini, bütün kırgınlıklarını söyleyebilmek için bir yoldaşa ihtiyacı olduğunu söylüyor. Bu noktada terapistleri eleştiriyor. Gerçekten yargılamadan, ebeveynlerini affetmesini salık vermeden, anlatılanları teorilere oturtmaya çalışmadan bunu yapabilen terapistlerin azlığından yakınıyor. Kişinin ihtiyacı olan şeyin; yaşadıklarının gerçekliğiyle kalabilen, sürecine eşlik eden biri olduğuna vurgu yapıyor.
“Samimi, gerçek duygular üretilemez, yok edilemez de. Bu duyguları yalnızca bastırabilir, kendimizi avutabilir ve bedenlerimizi kandırabiliriz. Beyinlerimiz duyguların saklandığı mahzenlerdir; bu duygular geri çağrılabilir, yaşananlardan kolayca etkilenebilir ve neyse ki herhangi bir risk olmadan bilinçli duygulara dönüştürülebilirler. Aydınlanmış bir şahit bulacak kadar şanslıysak da, bu duyguların anlamlarının ve sebeplerinin farkına varabiliriz.”
Alice Miller bu kitabı anne babaları suçlamak için yazmadığını söylüyor. Çok sık yaşanan ve hiç dile getirilmeyen bir gerçekliği, bir şeylerin farkına varılması umuduyla yazdığını söylüyor. Peki yalnızca istismar, şiddet, boğucu sevgi, otorite olduğunda, bunların yaşattıklarını bastırdığımızda mı uzaklaşıyoruz kendi yaşantımızdan?
Gelin birlikte bakalım.
Bir çocuk düştüğünde genellikle ne yaparız?
Ağlamaması için “hoppacııık, yok bir şey” der, dikkatini dağıtmaya çalışırız. Ve genellikle o çocuk ilk anda akıtabildiği tek damla yaş yanağında, biraz şaşkın bir ifadeyle yüzümüze bakar. Çünkü bir uyuşmazlık vardır. Düştüğünde canı acımıştır ama etrafını saran herkes bir şey olmadığını söylemektedir.
Hissettiği şey gerçek midir? Hissettiği şey yanlış olduğu için mi herkes bir şey olmadığı konusunda ısrar etmektedir? Hangisine güvenmelidir? Kendi hislerine ve bedenine yabancılaşmak işte böyle başlar.
Bu durumda yapmamız gereken, canı yandığında nasıl yandığını sormaktır. Acıyı hissetmesine, anlatmasına, ağlamasına izin vermek, bütün bunlar olurken ona eşlik etmek ve yalnız olmadığını hissettirmektir. Yaşadığı acının formunu değiştirip onu derinlere gömmeye zorlamadan, olmuş olanı yaşamasına, anlatmasına izin vermektir.
Beden Asla Yalan Söylemez bir oturuşta okuyup bitirebileceğiniz bir kitap değil. Okuması, hazmetmesi zaman isteyen, sizi, doğru dediklerinizi bir kez daha tartıp düşünmeye iten bir kitap. Bunun en büyük nedeni ise gerçek yaşantılardan örnekler içermesi. Bu, görmek istemediklerimizi, yok saydıklarımızı ve gerçek olduğuna inanmak istemediklerimizi anlatan bir kitap. Okumak, hazmetmek zor olsa da sorgulamadan alıp devam ettirdiklerimiz üzerine düşünmemize ve ezbere yaptığımız birçok şeye yepyeni bakış açıları geliştirebilmemize imkan sağlayacak bir kitap.
Mükemmel bir bakış açısı. Beni çok düşündürdü. Teşekkürler.