Geçenlerde bir film izledim. Başroldeki adam hayatının aşkının nişan törenine katılıyor ve onu elinden kaçırdığı için “keşke”lerini dizi dizi sıralıyordu. “Keşke ilk tanıştığımızda şöyle davransaydım”, “böyle söyleseydim”, “bunu da yapsaydım”ların ardı arkası kesilmiyor. Tam her şey için çok geç dediği noktada bir anda zamanda geriye gidiyor ve kendini ilk tanıştıkları günde buluyor. Sonrasını az çok tahmin edersiniz. Her seferinde “daha sevilesi” olacağını düşündüğü kimliğe bürünüyor. Yeri geliyor çok sevdiği işinden vazgeçip bir şirkette yönetici olarak çalışıyor. Yeri geliyor mesafeli ve soğuk tavırlar sergileyen, olduğundan tamamen farklı karakterde bir sevgili profili çiziyor. Haliyle de işler bir şekilde sarpa sarıyor. Ya kendisi mutsuz bir hayata hapsoluyor ya da sevdiği kızı yanında bulamıyor. Zamanda sayısız gidip gelmenin ardından anlıyor ki, aslında olmuyorsa çok zorlamamak gerekiyor.
Film, zamanda geriye gidip gelme meselesinden dolayı çok fantastik ve gerçekdışı gibi görünse de aslında günümüz ilişkilerine dair nokta atışı birçok tespiti gözler önüne seriyor. Birçoğumuz zaman zaman yeni bir ilişkiye başlarken kendi kişisel özelliklerimizin kabul görmeyeceğinden endişe edip “daha sevilesi” olduğunu düşündüğümüz role bürünebiliyoruz. Hatta kimi zaman işler yolunda gitmediğinde ise “sihirli bir değneğim olsa da zamanı geriye alıp yaptığım bütün hataları silebilsem” diye iç geçiriyoruz. Aslında filmin başrol oyuncusundan çok da farklı şeyler istemiyoruz.
Hiç fark ettiniz mi, “İdeal sevgili/ eş nasıl olunur?”, “Kimin kalbine giden yol nerden geçer?”, “İyi ilişkinin sırları nelerdir?” başlıklı yazılar dergilerden, popüler kitapların içeriklerinden asla eksik olmaz. Her mevsim, ideal partnere dönüşmenin sırları, taktikleri bir bir sıralanır bu yazılarda. Esasında ideal olma yolundaki değişime dair metinlere rağbet göstermemizin en önemli nedeni kendimizin yeterince iyi olmadığına dair inancımızdır. Hal böyle olunca ortak tanımların peşine düşer, “ideal sevgili”, “mükemmel eş” diye tanımlanan kalıplara uymanın kestirme yollarını ararız. Olduğumuz gibi davranmak yerine, tercih edildiği söylenen (hatta garanti edilen) kalıplara uymaya çalışırken de kendimizi olduğumuzdan tamamen farklı davranmaya çalışırken buluruz. Benliğimize oturmayan, karekterimizi çok yansıtmayan türlü türlü roller biçer bu “ideal olma” arzusu. Başlarda ideal olmak uğruna bir hayli çaba gösteririz. Olumsuz olduğunu düşündüğümüz her şeyi görmezden geliriz. Çünkü bize öğretilen, anlatılan “ideal” hiçbir olumsuzlukla gölgelenmemelidir.
Ancak zaman geçtikçe, başkalarının idealine göre davranmaya çalışmak zorlaşır. Tıpkı ayağımızı sıkan bir ayakkabıyı giymek gibi, her adım bir öncekinden daha zor gelir. Önceleri, ayakkabıyı severek almış olmanın verdiği heyecanla pek bir şey hissetmezken adım attıkça ayakkabı ayağımızı vurmaya başlar. Çıkarıp bant takarız, “tamam şimdi oldu” derken ayakkabıyı giyince tekrardan çekilmez bir hal alır yürümek. Tam da bunların üzerine “sen çok değiştin”, “artık eskisi gibi değilsin”ler başlar. Görünmemesi uğruna türlü çabalar gösterdiğimiz olumsuzluklar bir bir yüzeye çıkar. En nihayetinde ise evdeki hesap çarşıya uymaz, idealin peşinden koşarken kendi yolumuzu/benliğimizi kaybederiz. Sahi, tam olarak nedir bu ideal dedikleri? Bir kılavuzu var mıdır? Daha da önemlisi kimin idealidir bu bahsedilen? Kendimiz olmaktan vazgeçtiğimizde kime göre ideal oluruz?
Kılavuzu falan bilmem ama bu ideal denen şey başkaları tarafından kabul görmekle beslenen ve ne yaparsak yapalım hiçbir zaman yeterli hissettirmemize izin vermeyen oldukça yorucu bir kavram. Mükemmel eş, sevgili dedim ama sadece romantik ilişkilerden böyle oluyor sanmayın. İdeal kavramının, arkadaş ilişkilerinde hatta ve hatta patron-çalışan ilişkilerinde bile hatrı sayılır etkisi var. Bugün tam da yeni bir ilişkinin hatta bir işin arifesinde ideali kovalıyor olmamızın muhakkak ki tek bir sebebi yok. Kimimiz daha güvensiz hissediyoruz, kimimiz olduğumuzdan daha iyi olmak istiyoruz. Liste uzayıp gidiyor. Günün sonunda ideal olmaya iten sebep her ne olursa olsun sonucunda olduğumuzdan başka biri olmayı seçiyoruz. Bu seçimi yapmadan önce o idealin bizim idealimiz olmadığını ve ikili ilişkilerdeki varlığımızı sürdürmenin olduğumuzdan farklı olmaktan geçmediğini kendimize hatırlatmalıyız. Çünkü belki de kendi idealimizi bulduğumuzda ideal kelimesinin bile bir anlamı kalmayacak…