Küçük bir çocuğun dünyadan habersiz olduğunu sananlar yanılıyordu. Sahra hepsini gözlemlemiş, yaşamış ve görmüştü.
Hiç ihtiyacınız olan bir şeyin sizi bulduğu oldu mu? Aniden karşınıza çıktığı, kucağınıza düştüğü? Nedenini anlayamasanız da “Evet bunu yapmalıyım, buna bakmalıyım” dediğiniz bir an?
Birkaç ay önce bir kitapçıda dolaşırken bir kitap dikkatimi çekti. Kitapları yerlerine dağıtmak için kullanılan el arabası gibi bir şeyde duruyordu köşede, pespembe bir kapağı vardı ve beni çağırıyordu sanki. İsmini görünce gülümsedim: Denizkızı Olmak Çok Önemlidir. Üzerinde ayçiçekleriyle dolu bahçeye açılan bir pencere resmi vardı. Ayçiçeklerini çok severim. Ah! Yine biri yapmıştı işte, illüstrasyonları yazılarla birleştirmişti. İş gittikçe daha da ilginç bir hal almaya başladı. İlk sayfasında şöyle yazıyordu;
Şimdi her şeyi unut. Seni yeniden 6 yaşına davet ediyorum.
Yüzümde kocaman bir gülümsemeyle karıştırdım kitabı. “Biliyordu, ailesi kitaplarda yazan şeylere hemen inanırlardı. Kıkırdadı içinden. Ne komikti şu ailesi… Kitapları da insanların yazdığını unuturlar, dünyanın gerçeklerini öğrenmek için etraflarına bakmaz, kitaplara gömülürlerdi.”
Evet komikti. Ve gerçek. Hayat gibiydi. Elimdeki kitabın üzeri biraz yıpranmış ve pislenmişti. Başka bir tane daha bulabilir miyim diye görevliye sordum, internet stoklarına baktım, yoktu. Başka bir mağazanın stoklarına baktım, hayır işte yoktu. Bu kitabı okumak istiyorsan şu an sadece bu var diyordu sanki evren bana. Aldın aldın, yalnızca bu var. Sonra dedim ki kapağına takılma, içindekini merak ediyorsun… Beni 6 yaşıma geri götürmek isteyen bir kitap vardı. Kitabı elime aldığımdan beri açıklayamadığım o tanıdıklık hissi de epey yardımcı oldu tabii. O kitabı aldım. Meğer bir ıslak mendilin çözemeyeceği şey yokmuş bazen. O gün kitabı bitirdim. Onlarca sayfaya işaret koyarak, dönüp dönüp tekrar okuyarak bitirdim. Sahra’nın dünyasına konuk oldum, ona baktım, kendi içime baktım. İçimi ısıtan satırlar okudum. Biri şöyleydi mesela;
Sahra uzun uzun aynaya baktı, kendisini inceledi. … Sonra konuşmaya başladı:
“Sana söylemek istediklerim var. Sen benim gördüğüm en güzel, en ışıklı ve en değerli insansın. Seninle vakit geçirmeyi, senin arkadaşlığını çok seviyorum. Sen benim en yakın arkadaşımsın ve ne olursa olsun ben seni sevip destekleyeceğim. Tüm gün ağlasan, anneni ve babanı üzsen, arkadaşların tarafından sevilmesen bile benim hiç umurumda değil. Bunları hiç unutma olur mu?”
Bırakın hiç unutmamayı, arada bir bile hatırlasak yeterdi bunu. Kendini aşkla, hayranlıkla sevmek değildi bu, desteklemekti. Ve bence insan bir futbol takımından, şarkıcıdan önce en çok kendini destekleyebilmeliydi.
Bizi 6 yaşımıza davet ediyordu ama zaten 6’mızda da 66’mızda da sıkıntısını çektiğimiz şeyler aynıydı. Gözde Baytan 6 yaşındaki Sahra’dan hepimizi anlatıyordu. “Sahra’nın tek bildiği Sahra olmaktı. Neden bu haliyle beğenilmiyordu. Hatta sevilmiyordu! Evet! Sevilmiyordu işte! Daha da çok bağırmaya, ayaklarını daha da sert vurmaya başladı. Sesi ne kadar çok çıkarsa Sahra’yı belki o kadar fark ederlerdi, belki o zaman duyarlardı. Neden olmasındı?”
Hangimiz yapmadık ki? Anlaşılmamış hissettiğimizde sesimizi duyurmak için bağırdık, kendimizi anlatmak için çırpındık, tepindik… Ve eminim hepsinde de 6 yaşında değildik. Başka bir şeyler vardı hep, içimizde bir şeyler. Biz kendimizi anlıyor muyduk mesela, biz bakıyor muyduk kendimize de bağırıp çağırıyorduk başkaları bizi anlamadığında. Ya da öyle hissettiğimizde… Fark edenlerimiz büyüyüp gelişiyor, başka başka şeylerle uğraşıyordu bu kez de insan olmaya dair ve fark etmeyenlerimiz de hep biraz 6 yaşında kalıyordu. Bazen, bazı konularda da 6 yaşındayken 66 yaşındakilerden daha iyi anlıyorduk dünyayı. 6 yaşındayken anlam veremediğimiz ama büyüdükçe de kabullenip sorgulamayı bıraktığımız şeyleri de yazıyordu Gözde Baytan.
“Sahra’ya göre dünyada her şey kendine özgü ve tekti. Hepsi de varoluşun eşsizliğine aitti. Ama nedense okulda tüm sene ağaçları, kalemleri, bilyeleri toplayıp çıkarmışlardı. … Neden her şeyi sayıyordu? Hayal kurmak ne zaman yerini bir şeyleri saymaya bırakmıştı?”
Sahi neden ağaçların renginden, türünden, kokusundan çok sayılarıyla ilgileniyorduk. Büyüdükçe sanki daha da alışıyorduk buna. İnsanların da içinden çok rengiyle, görünüşüyle, boyu posuyla ilgilenir oluyorduk. İçine değil, dışına, niceliğine bakıyorduk sanki her şeyin, herkesin. Aynı benim bu kitabın yıpranmış kapağına bakıp duraksamam gibi… Kapaktan öteye bakmak için bir adım atmak gerekiyordu.
Uzun lafın kısası, baştan sona keyifli bir yolculuk gibiydi bu kitap benim için. Bu yazıyı aylardır yazmadım, beklettim onca zaman. “Nasıl anlatsam?”, “Nerden başlasam?”, “Şunu da yazsam”larla erteleyip durdum. İşaretlediğim onca satırın arasından zar zor seçtim buraya yazdıklarımı. Aklım hala yazmadıklarımda. Ama bunlar benim altını çizdiklerim, okuyan herkes için başka başka hikayeler ve altı çizilecek şeyler çıkar, bundan da eminim. Kitapta da yazdığı gibi;
Yolu sadece yürüyenler bilir demiş birileri.
Ben bu kitabın yolunu yürüdüm ve kendime ait şeyler buldum. Hem fantastik hem de aldığım nefes kadar gerçek ve onun kadar da garantiymiş gibi düşünerek dönüp de bakmadığım şeyleri buldum, fark ettim. Anladım ki, denizkızı olmak hakikaten çok önemliymiş.
Kitabı gördüğüm andan itibaren hissettiğim o tanıdıklık hissinin sırrı da Gözde Baytan’ın teşekkürlerini yazdığı kahramanlar köşesinde çözüldü. “Seslerle dans eder, renklerle konuşur…” kısmını okuduğum anda anladım zaten kimden bahsettiğini. Ezgi Sorman. Meditasyon Okulu ve The Mush Project’in yıl sonu meditasyonu etkinliği sonunda tanışıp sarıldığım Ezgi Sorman. Seslerin insanı kendi içinde nerelere götürebildiğini yeni yeni keşfettiğim zamanlardan tanıdık bir isim. “Kutuya koyup saklayabilmek istediğim anlar var hayatta” demiştim o gün. O etkinlik de benim için o kutuya koyup saklamak istediklerimdendi. Aldım, sakladım, kendime kattım. Bu kitapta okuduklarım gibi.
Sizin de kutuya koyup saklamak istediğiniz anlar bol olsun. Sonraki yazıda görüşmek üzere!